Prof. Dr. Metin Eker, bebeklikten itibaren oyuncaklar ve çizgi filmlerle başlayan bilinçaltı kodlamalarının, ergenlikte imge ve görsel kültürle zihinlere işlendiğini, bunun da intihar ve şiddet gibi kararların alınmasında etkili olduğunu belirtti. Artan adli olayların bir sebebi olarak bu kodlamalara dikkat çekti.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Öğretim Üyesi ve Kültür, Sanat ve Turizm Akademisi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Metin Eker, yıllardır endüstriyel görsel kültürün insan üzerinde oluşturduğu etkileri araştırıyor. Görsel imge ve kodlar ile insanların bilinçaltının yönlendirilerek hayatın normal akışına aykırı kararların kolayca alınmasını sağlayan davranışların temelinde bebek yaşlardan başlanan endüstriyel görsel kültürün etkili olduğunu ifade eden Prof. Dr. Eker, gelecek nesillerin yok olmaması için acil önem alınması gerektiğini belirterek gençlerin bilinçlendirmesi gerektiğini savundu. Eker ayrıca, sadece gençlerin değil ailelerin de görsel okur-yazarlık anlamında eğitilmesi gerektiğine değinerek açıklamalarda bulundu.
Prof. Dr. Eker: En Büyük Hedef Çocuklarımız ve Gençlerimiz
Endüstriyel görsel kültürün bir dönem ’mavi’ rengi kodlaştırarak ’Mavi Balina’ ve değişik yöntemlerle genç ve çocukları kötü alışkanlıklara sürüklediğini ifaden eden Prof. Dr. Metin Eker, “Yıllardır mesleğim gereği hep gençlerle birlikteyiz. Ortalama 18-22 yaş grubu gençlerle iç içeyiz. Üniversitede akademisyen olarak hitap ettiğimiz kitle de burası. Bu kitleyi gözlemlediğimizde bir sanatçı olarak insanları tüm unsurları ile gözlemle yeteneğine sahibiz. Bir takım analizlerim oldu. Bazı saptamaların üzerinde çalışma gereği hissettim. Görsel kültür çağında yaşıyoruz. Medya, teknoloji ve dijitalleşme ile bir endüstri gelişti. İletişim ve etkileşimin çoğunluğunun emoji de dahil görsellerle sağlandığını düşünürsek yeniden ilkelliğe doğru dönüşümüz söz konusu. İlkel-modern-ilkel bir çağda yaşama durumuna gidiyoruz. Gençlerin ortaya koyduğu davranış ve eylemlerde olumsuz vakalarla karşı karşıya kaldığımızda sonucu daha da vahim değerlendirilebilir olmaya başladı. Bu anlamda ilk olarak ’Kod Adı Mavi’ çalışması gerçekleştirdim. 15 yıl önce bunu çalıştım ve Mavi Balina o zaman çıkmamıştı. Mavi gibi masum bir rengin kodlama ile nasıl canavar bir renge dönüştüğünü anlatmıştık. Uyuşturucu, sentetikler, uzun süreli dizelerde insanları ekranda tutmak için mavi filtre kullanmak gibi örneklerini ortaya sunmuştuk. Mavinin bu kadar çok kullanılmaya başlanması ile hedefin aslında kültürel-ekonomik olduğunu, yeni davranış görüntüsü oluşmaya başladığını görüyoruz. Yani görsel bir ürün üretiyorsunuz, bundan da bir endüstriye dönüştürüp kar elde etmek istiyorsunuz. Bunun için de insanı hedef seçiyorsunuz. En büyük hedef de çocuklarımız ve gençlerimiz oluyor çünkü tuzağa en kolay düşebilen kesim onlar oluyor. Mavi Balina ölümlere yol açtığında çalışmaların ulusal ve uluslararası anlamda büyük ilgi gördü. Orada insanlar balinayı suçladı, onu odakladı. Aslında odak maviydi. Kodlamayla çünkü mavi üzerinden zihne yerleştirilen mesajlarla intihar, ölüm, uyuşturucu gibi durumlara insanları yönlendirmekti” dedi.
Yap-Boz Oyuncakların Yetişkinlikte Boşanmaya Etkisi Büyük
Bebeklikten itibaren kodlamaların bilinçaltını ele geçirdiğini, özellikle yap-boz oyuncaklar ile bireylere büyüyünce bozmanın, yapmaktan daha haz verdiğini aşıladığını vurgulayan Prof. Dr. Metin Eker, “Çocukların oyuncakları çok önemli. Plastik, eklemeli çıkartmalı oyuncaklar. Bazı oyuncaklar çocuklarda yatay ve dikey davranış biçimi oluşturuyor. Derinlemesine bir algı mekanizmasını ortaya çıkarmadığı için de yüzeysel bir gelişim kaydediyor. Bu da birey için sonsuz çözüm imkanlarını ortadan kaldırıyor. Yap-boz oyuncakları çocuklara yöneltilen kötü bir oyuncak algısını simgeliyor. Yapmak olumlu bir kavramken, yanına bozmak da geliyor. Çocuklarımız böyle yetiştikten sonra yapmayı öğrenirken aslında bozmayı da öğreniyor. En büyük hazzı da yapmaktan çok bozmaktan alıyor. Uğraşarak oyuncakla bir figür yapıyor, onu bozarken yenisini yapacağım diye daha büyük haz alıyor. Bu oyuncaklarla oynayan çocuklar şu anda 20’li yaşlarda. Boşanma oranlarına bakın, Türkiye’de bu oran yüzde 20’lerin altındaydı. Çoğalmaya başladı, arttı Avrupa’da bu oran yüzde 40’lara vardı. Bu nesil evliliği bile oyun gibi görüp, yapıp bozuyor, yapıp bozuyor. Çocuklar hayatlarını da yap-boz oyunu gibi görüp kendilerini intihara sürüklüyorlar. Çok kolay bir karar gibi bu ölüm kararını alarak aslında çok radikal bir karar alıp, çevresine ihtar çekmek için intiharı seçiyor. İntihar ile de iftihar etmek istiyor. Mavi Balina, satanist birçok eylem de bunları yaptırıyordu” diye konuştu.
Prof. Dr. Eker: İlluminatiden Daha Tehlikeli Simgeler Var
Popüler kültürde yer alan çizgi filmlerde yer alan renklerin bile çocukları kötü alışkanlıklara teşvik ettiğini belirten Prof. Dr. Metin Eker, “Yakın zamanda Samsun’da ve İstanbul’da intihar ve cinayetler kamuoyunda yankı buldu. İstanbul’da bir genç iki genç kızı canice öldürdü. Bir takım pedagojik altyapılarla beslenmiş eylem planı hazırlamış görünüyor. Çizimleri var, resimleri var, kasaplık eğitimi almış gibi. Bu kadar kolay karar alıp, hayatın akışına darbe vurabilecek bir eylemi gerçekleştirmek güdüsünü, motivasyonunu tartışmak gerekiyor. Motivasyonunun kaynaklarına indiğimizde büyük oranda okuryazarlık meselesi. Dünyayı ve görsel kültürü okuma-yazma meselesi. Seyrettiğimiz her şeyin iyi ve kötü taraflarını görebilme meselesi. Bunu ebeveynler olarak da başaramıyoruz, çocuklar da zaten başaramıyor. Bu oranlar çeşitlenebiliyor. Çizgi filmler, animasyonlar birçok kodlamayla dolu. Birçok platformda 8-10 tane çizgi film kanalı var. Bu kanalların çoğunda animasyonların renklerinin çoğunun fosforlu yani parlak olduğunu görürsünüz. Klasik çizgi filmlerde bu yoktur. Daha mat ve doğal renkler vardır. Şimdi fosforlu renkler tercih ediliyor. Bunun amacı da seyrettikçe gözü, algıları rahatsız edip, zihinde bir rahatsızlık oluşturup, bunu kalıcı bir hale getirecek potansiyele sahip. Animasyonlarda bilinçli olarak seçilen renkler bunlar. O renkler çocukları halüsinasyon oluşturmaya ya da sentetik, uyuşturucu haplar almaya müsait hale getiriyor. Çocuklarda daha radikal kararlar aldırabilecek tesirleri oluşturacak arka plan oluşturuyor. Bilinçli olmalarını düşündüğümüz varlıkların aslında bilinçsizce davranışlara sürüklendiğini görebiliyoruz. Animasyonlarda, reklamlarda, dizi filmlerde, moda unsurlarında bunları görebiliyorsunuz. İlluminatiden daha tehlikeli simgeler var. Markaların kendi simgeleri var. Yazılar üzerindeki mesajlar var. Bunlar genelde İngilizce ve çoğu insan ne giydiğini, neyi üzerinde taşıdığını bilmiyor. Para vererek üstümüzde kodlamalar olan giysiler giyerek reklamını yapıyoruz. EMO diye bir kavram var. Apaçhi, tiki gibi gençlerin moda kavramını ifade eden kavramlar. Özellikle görsel kültürel çözümleme derslerinde bunları işliyoruz. Emoji, duygu ifade eden resimler demek. Emoji de emo da İngilizce emotiondan geldi. Dolayısıyla gençlerin, çocukların duygusal durumlarını ön plana çıkaran merkez odak kavramı yerleştiriyor zihnimize ve emo dediğimiz tip aslında bunalıma girmiş, hayata küsmüş, ölümle yaşayan gibi bir tipi yansıyor” şeklinde konuştu.
Prof. Dr. Eker: Öğrencilerin Kendini Değersizleştirdiklerini Anlayabiliyoruz
Gözlemleri sayesinde 18-22 yaş aralığındaki gençlerin nasıl karamsar hale geldiklerini fark ettiklerinden de bahseden Prof. Dr. Eker, “Öğrencilerimizin imzalarına bakıyorum. Yoklama kağıtlarından vesaire dikkatimizi çekiyor. Genellikle klasik imzalama yönteminde isimleri karalarsınız. 20 yaş ortalamasındaki gençlerde gördüğüm nokta; imzasını atıyor, ismini yazıyor, tam ortasına bir çizgi çekiyor. İmzaların yüzde 80’i böyle. İmzasını atıyor, üstünü karalıyor. Yani kendini değersizleştiriyor. İmzası diye bunu bize gösteriyor. Kendini değersizleştirdiğinin en büyük emarelerinden biri de imzaları. Onlara da imzaları neden böyle attıklarına dair açıklama yapıyorum. Öğrencilerle projeler yapıyoruz. Konu seçtiriyoruz yüzde 90’ı karamsar konular. Bunlar genelde ölüm, kaos, çaresizlik, mücadele, dengesizlik, hastalıklı unsurlar, şizofrenik anksiyete gibi konuları oluyor.
Gençlerin en büyük problemi; içinde doğduğu ve geliştiği ekolojinin bir endüstriyel ekoloji olması, bu ekolojinin en büyük beslendiği kaynağın kültürel, görsel kültürel bir endüstri olması, iletişimi, etkileşimi, yaşamı, konforu tüm bu bağlam içerisinde düşünen bir nesil, aynı zamanda bu neslin esiri olmuş oluyor. Yani ister istemez gönüllü temsilcileri, mümessilleri oluyor. Bir anlamda tüketim, imaj, endüstriyel, görsel kültürün en büyük hedefi olan gençlerimizin zihinlerine tükenmişlik sendromu, simgesel ağırlık, inançsızlık yerleştiriliyor. Deizm, ateizm de konumuzla çok alakalı. Sadece görsel simgeler değil. İnançsızlığa doğru götüren boyutu da taşıyan bir güç, bu endüstriyel kültürel unsurlar. Bu açıdan bizim problemimiz çok büyük, pedagojik açıdan çözümlendirmek de çok zor” ifadelerini kullandı.
Çocukların Hayatında Ailenin Önemi Büyük
Gençleri ve çocukları bu bataklıktan kurtarmak için acil önlem alınması gerektiğini ifade eden Eker, ayrıca şunları söyledi:
“Çocuklara yardımcı olmak için konferanslar veriyoruz ama öncelikle ailelere bunların anlatılması gerektiğini savunuyoruz. Ebeveyn, görsel kültür ve çocuklara yönelik eğitim verilmesi gerekiyor. İntiharların tek sebebi semboller şunlar bunlar değil. Çocukluktan itibaren, bebeklikten itibaren, kendini sara sara geliştiren, büyüyen, tesir oluşturan ve yavaş yavaş tepeye çıkartıp, direkt aşağı düşüren, enerji içeceği gibi sizdeki tüm gücü alıp kullanıyor, maksimal bir seviye oluşturuyor, birden sizi halsizleştiriyor. Çünkü kullandığı güç, sizin gücünüz. Size güç vermiyor, gücünüzü kullandırıyor. Sistem de böyle çalışıyor. Bizim gücümüzü, duygumuzu, algımızı, kalbimizi, zihniyetimizi alıyor. Onu bir araya getirip, sıkıştırıyor. Tepeye çıkartıp, radikal oluşum ve kararlara bizi sürüklüyor. En sonunda da birden aşağı düşürüyor. Düştüğümüz zaman da tükenmiş, bitmiş oluyoruz ve değişik kararlar alıyoruz, ölüm kararı gibi. Dünyada en çok intihar vakaları Finlandiya’da oluyor. İskandinav ülkeleri çok konforlu ülkeler ama Finlandiya’da, Uzak Doğu’da Çin ve Japonya’da intihar oranları yüksek. Erkeklerin ölümle sonuçlanan intihar oranı, kadınlara göre 4 kat daha fazla. Ülkemizde de intihar oranları 100 binde 20 civarındaydı, 40’a çıkmaya başladı. 100 bin kişide 40 kişi intihar ediyor. 4 yılda 2015-2019 yıllarında ülkemizde 15 bin 600 civarında intihar olmuş. Yılda 4 bin civarında insan demek. Bugün bu rakam 5 bine çıktı. İntihar, boşanma, cinnet oranlarını kıyaslayalım. Neden 65 yaş üstünde bunlar yok da 10’lu ve 20’li yaşlardaki çocuk-gençlerde çokça fazla oluyor. Hayata yeni girmesi gereken kişiler neden bu kadar erken yaşta tükenmişlik sendromuna girebiliyor? Bu kadar hızlı kararlar almasını oluşturan, arka planını besleyen unsurlar neler? Hepsi pedagojik sorun.
Ben bir görsel kültür uzmanıyım, sanatçıyım, akademisyenim. Bu süreçler içerisinde sinema filmlerinden çizgi filmlere, animasyonlardan reklamlara tüm görsel, kültürel, endüstriyel unsurların hepsine temas edip, olayı çözümleme, yorumlama şansımız var. Bunu diğer insanlardan daha farklı kompoze edebiliyoruz. İlahiyatçı değilim ama deizm ve ateizmi materyallerle onlardan daha tesirli anlatabilirim. İlahiyat fakültelerine de sesleniyorum, görsel kültür üzerinden bunları dinleyin. İnanç, ölüm sorunlarını, intihar vakalarını, ekonomik sorunları, görsel, kültürel ve dünyayı algılama sorunlarını tartışmak lazım. Nihayetinde problem çok büyük. Biz bu vaka ile ilgili makale yazıyoruz, kitap da yazmaya çalışıyoruz. Çok önemli bir konu. Buna çok acil bir şekilde Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Sağlık Bakanlığı’nın, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Yükseköğretim Kurulu’nun bu konuya eğilmesi, bu konuda müfredat geliştirmesi, yerleştirme ve bunu davranışa dönüşmesi lazım, ülke açısından. Yoksa geleceğimizin geleceğini göremeden yok olmalarını sağlıyoruz, kendi ellerimizle.”